Gerçekleri yaşayarak görüyoruz. Gördüklerimizle ilkelerimizi ve değerlerimizi karşılaştırıyoruz. Devletin ne kadar karmaşa içinde olduğunu açıkça temaşa ediyoruz.
Devletimizin hukuk devleti olması iddiası karşısında, hukuk adına yapılanları da âdeta seyrediyoruz. Bir mahkeme bir tutuklaya müebbet hapis cezası veriyor. Bir başka mahkeme daha sonra bu müebbet hapis cezasını, delil yetersizliğinden dolayı mahkûmu tahliye edebiliyor. Dahası, vaki’aya uymayan kararlar veriliyor.
Artık, bir insanın yüzlerce sene yaşaması beklenemez. Buna rağmen çok garip hüküm verilmektedir. O kadar yaşama şansı olmayan nice insana, yüzlerce sene ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veriliyor. Bir zaman bir öğrenci yurdunda Öğrencilerden birine bir ihtar cezası verilecek olsaydı, onu arkadaşları günlerce teselli ederlerdi. O bir ihtar o öğrenciye dert olurdu. Zaman geldi, yurt müdürü değişti.
Bir ihtar yetmez oldu. Bir ihtar, üç ihtar derken bir günde yurt müdürü bir öğrenciye ihtar verdiğini anons ediyordu. Otuz üç ihtar birden verdim, dedi. Salonda kahkaha sesleri yükselip devam etmeye başladı. Müdür daha çok hiddetlendi. Salondaki öğrencilere çok kızdı. Hepinize yüz otuz üçer ihtar birden verdim, diye haykırdı. Büsbütün kahkaha ve kargaşa ayyuka halinde yükselmeye başladı.
Neden biliyor musunuz? Çünkü artık değerler bozulmuş ve dengeler sarsmıştı. Öyleyse şimdi adaletin en kısa tanımına bakalım. En kısa tanımı ile adalet, insanın doğuştan kendine verilmiş yaşama tarzını tanıma ve hakkını koruma ilkesidir. Üstelik onun en doğal haklarının korunması ve kısıtlanmaması taahhüdüdür.
Cehaletin dibe vurduğu bir dünyada, peşinden neleri sürükleyip hangi kirli akan derelere döktüğünü görüyoruz. Bir zamanlar büyüklerimiz, “dedesinin mezar taşını” okuyamayan nesillerden dertlenirlerdi. Şimdi ise nesilleri doğurup yetiştirecek “ana” niteliğinde kadınlar hoppalaşma yolunda yarış yapmaktan keyiflenmeye başladılar.
Daha da iğrençleşerek mitolojideki “şahmeranı” andırmaktadırlar. Bunlar iğrenilecek kadar edeplerini, hayâ gibi mertebelerini ve namûs gibi libaslarını kaybettiler. “Ana” gibi temel bir değerin bu denli denge ve irtifa kaybetmesi çok büyük çatlaklar ve dolayısı ile çok derin boşluklar oluşturmaya ve yıkımı hızlandırdı.
Devletin de milletin de temel mekanizması “ana” olan kadın çığırından çıkınca yuvası virâne halinde kaldı. Onun nereye gittiği, niçin gittiği, kocasından başka erkek ya da hangi erkeklere sığındığı çözülmesi çok zor problem halinde ortada kaldı.
Karı koca birbirlerine düşman edildiler. Birbirlerine sırtlanlar gibi saldıracak kadar çıldırdılar. Aralarında manevi değer kalmadı. Kadın kocasından koptu. Serseri kurşun gibi hangi hedefe saplanacağı tahmin edilmez oldu. Bu kopuş ile bazen tutunacak bir dalı ve sığınacak bir yuvası kalmayan kadın zelil ve perişan edildi.
Çoluk çocuk dağıldı birbirlerini unutarak yabancılaştılar. Yirmi sene, elli sene sonra bir televizyon programında buluşur oldular. Şov yaptılar. Kimi, diğerine pet şişe hatta terlik fırlattı. Kimi koca, ömrünü kadınına adadığı halde ona yapmadık işkence bırakmadı. Altı ay, beş yüz metre evine yaklaşamaz cezası verdirtti. Kendi de bu arada yolsuz ve namussuz bir dost buldu. Bu kahraman! kadın aşk hayatı yaşamaktan “dört köşe” oldu. Henüz bu çirkef akışa kapılmamış sağlam aileler bu budalaları reddettiler. Çünkü “neseb-i gayri sahih” nesil artmaya yüz tuttu. Yalnızca anasının hoppalaşma derdine çare üretemeyen devlet hangi değer ve hangi kriterlerle adaletini esas zeminine oturtabilir. Yeniden mutlu bir toplum ümidi ile yola çıkabilir. Bunun çaresi eğitimdir.
Evet tek ÇARE FITRAT EĞİTİMİDİR…! Esselamu aleykum
İlhan Oral 26.01.2025
Kaynak: çamlıca vadisi