Her milletin kendine özgü gelenekleri vardır; bu gelenekler, o milletin kimliğini, ruhunu ve değerlerini yansıtır. Ancak bazı anlar vardır ki, sadece bir milletin değil, insan olmanın da özünü ortaya koyar. Cenazeler, işte böyle anlardır. Hayatın en derin gerçeği olan ölüm karşısındaki duruşumuz, insanlığımızın ve asaletimizin sınavıdır.
Fakat son yıllarda, cenazelerimizi nasıl kaldırdığımız konusunda ciddi bir kopuş yaşıyoruz. Sessiz bir veda olması gereken cenazelerde artık alkışlar yükseliyor, bazen gereksiz gösterilere dönüşüyor. Bu durum, sadece bir gelenek kaybı değil; hayatı ve ölümü algılayışımızdaki derin bir değişime işaret ediyor. Kendimize sormamız gereken önemli bir soru var: Nereye gidiyoruz?
Ölüm: Sessizlik ve Düşünce Anı
Ölüm, insan hayatının en sade ve değişmez gerçeğidir. Cenazeler, bu gerçeği kabul ettiğimiz ve bir vedayla bu dünyadan ayrılanı uğurladığımız anlar olmalıdır. O anlarda, insana düşen en büyük erdem, sessizlik ve saygıdır. Çünkü ölüm, kutlanacak değil; üzerine düşünülecek bir meseledir.
Bir cenaze, aynı zamanda kalanların kendi hayatlarına bir ayna tutma fırsatıdır. Sessizlik, dua ve düşünce, insanın kendi sonluluğunu kabul etmesine yardımcı olur. Ancak alkış gibi gereksiz ritüeller, bu derin anlamı yüzeyselleştirir. Ölümün ağırlığını hafifletmeye çalışmak, aslında o anın kutsallığını hiçe saymak demektir.
Cenazelerdeki Değişim: Modernleşmenin Yanılsaması
Bugün cenazelerde gördüğümüz bu değişim, modernleşmenin insan üzerindeki etkisinin bir sonucudur. İnsanlar artık ölüm gibi ağır ve derin konuları taşımaktan kaçınıyor. Hayatın hızına, modern dünyanın yüzeyselliğine kapılmış bir toplum, ölüm gibi derin bir gerçeği anlamakta zorlanıyor.
Modern dünya bize sürekli “anı yaşa, eğlen, kutla” mesajını veriyor. Bu zihniyet, cenazelere bile yansımış durumda. Ölen bir insanın ardından yapılan alkışlar, aslında modernleşmenin getirdiği bu hafiflik ve kaygısızlığın bir yansımasıdır. Ancak bu, bizi köklerimizden, geleneklerimizden ve asaletimizden uzaklaştırıyor.
Asalet: Ölüm Karşısındaki Tavır
Gerçek asalet, ölüm karşısındaki tavrımızda saklıdır. Asalet, yalnızca güzel giyinmek, düzgün konuşmak ya da başkalarına karşı nazik olmak değildir. Asalet, hayatın geçiciliği ve ölümün kaçınılmazlığı karşısındaki duruşumuzda, inceliğimizde ve tevazumuzdadır.
Bir cenazede, insanın gösterişten uzak durması, başını eğmesi, dua etmesi ve sessizce yasını tutması, o kişinin asaletiyle ilgili çok şey söyler. Alkışlamak, gösteri yapmak ya da bu vedayı hafifletmek, asaletin kaybıdır. Ölümün karşısındaki tavrımız, aynı zamanda hayata karşı duruşumuzun da bir göstergesidir.
Kendimize Gelmeliyiz
Bu yanlış yoldan dönmenin zamanı geldi. Cenazelerde alkış tutmak gibi yanlış alışkanlıkları terk etmeli, yeniden özümüze dönmeliyiz. Millet olarak, geleneklerimizin bize öğrettiği o derin saygıyı hatırlamalıyız. Cenazelerde alkış yerine sessizlik, düşünce ve dua olmalıdır. Çünkü bir insanı uğurlamak, sadece o kişiye değil, aynı zamanda hayata ve ölüme karşı gösterilen bir saygıdır.
Özü Hatırlamak: Sessizlikteki Güç
Unutmayalım ki, en büyük incelik, sessizliğin gücünde saklıdır. Sessizlik, bazen bin kelimeden daha çok şey anlatır. Sessizlik, hem bir veda hem de bir kabul ediştir. Cenazelerdeki bu sessizlik, bir vedadan öte, insanın hayatı ve ölümü anlama çabasını ifade eder.
Millet olarak cenazelerimizi nasıl kaldırdığımızı unutmamalıyız. Bu sadece bir ritüel değil; kimliğimizin, kültürümüzün ve insanlığımızın bir yansımasıdır. Asaletimizi koruyalım; hayatı ve ölümü, hak ettiği derinlikle karşılayalım. Çünkü ölümün sessizliği, hayata verilen en büyük değerdir.